21. YüZYILA HAZIRLANMAK
Paul Kennedy
kitabın kendisini okumadım ama özetinden bile çok istifade ettim .Özellikle Amerika , japonya kıyaslamaları ve gelecek perspektifine makro bakış açısı anlamında bence dikkate değer bir kitap .
faydalı olması dileğiyle.
1. ESKİ VE YENİ ARAYIŞLAR
18. yüzyılda Avrupa da ortaya çıkan devrimci eğilimler ve hareketler, mevcut
sistemlerin yapısal değişiklik ihtiyacını gidermekten ziyade, insanların daha iyi şartlara
kavuşma arzusu doğrultusunda güç kazanmıştır. Bu durum Fransada 1789 ihtilalini
getirmiş, İngiltere veçarlık Rusya sında ise kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Avrupa daki
bu gelişmelerin kokünde özellikle büyük şehirlere olan kırsal göç ve hızlı nüfus
artışının olduğunu 18. yüzyıldaki bazı nüfus istatistiklerinden anlamak mümkündür.
Tüm Avrupa nüfusu (Rusya dahil) 1650 de 100 milyon iken 1750 lerde 170 milyon ve
1800 lerde 200 milyonun üzerine çıkmıştır.
Nüfustaki bu hızlı artışın temel nedenleri özellikle aşı tekniklerinin kullanımı ile ölüm
oranlarının hızla düşmesi, beslenme yapısının gelişmesi ve kadınların daha genç
evlenmeleridir.
Bu artış mevcut kaynaklar üzerinde ağır bir baskı oluşturmuş ve bu durum Thomas
Robert Malthus’un Nüfus üzerine çalışmaları adlı eserinde oldukça net bir şekilde şu
ifadeye kavuşmuştur. Nüfusun büyüme hızı, yeryüzündeki kaynakların insan
kullanımına sunulması hızından fazladır. Malthus pessimist bir yaklaşımla nüfus
artışının, giderek toplu açlık ve yoksulluk, kitle hastalıkları ve toplu ölümlere neden
olacağını bunun da toplumsal yapının yok olmasına neden olacağını ifade etmektedir.
Oysa bir kısım optimist yazarlara (Godwin, Condorcet) göre, bazı şeylerdeki anlık
kötüye gidiş, insan kalitesinin yükselmesi, bilgiye sahip olma ve bireysel üreticilik
anlayışlarının gelişmesiyle yerini suçtan ve hastalıktan arınmış, daha eşit ve sağlıklı bir
gidişata bırakacaktır.
Kennedy ye göre Malthus aşağıdaki 3 sonucu tahmin edemedi.
1. Avrupa nüfusundaki göç. İngiltereden 1815 – 1914 arası 20 milyon kişi göç
etmiştir. Göç genellikle Avustralya, Yeni Zelanda, Amerika ve Kanadaya
olmuştur.
2. Avrupa, özellikle İngiltere tarımındaki gelişme. Tarımsal Devrimi yeni ürün,
verimli yetiştirme ve büyük miktarlardaki üretim, bu konudaki açığın
kapanmasını sağlamıştır.
3. Sanayi Devrimi. özellikle İngiltere de başlayan bu gelişme, verimliliğin
artmasına, yeni istihdam olanaklarına ve insanca yaşama yollarının ortaya
çıkmasına yol açmıştır.
Bütün bunlar insanların sahip olduğu satın alma gücünün nüfus artısından çok daha
hızlı artmasını getirmiştir. 19. yüzyılda İngiltere Nüfusu 4 kat artarken ulusal üretim
14 kat artmıştır.
Böylece nüfus artışı korkusuna teknolojideki gelişim ve teknolojinin güclü cevap olarak
çıkmıştır.
Ancak Avrupa ve Amerika için geçerli olan bu durum Dünyanın diğer kısmı için geçerli
değildir. Nitekim Afrika, Orta Amerika, Orta Doğu, Hindistan ve çin’de bu konunun
muhatabı insan sayısı milyarlar düzeyindedir.
Dolayısıyla siyasilerin önündeki temel soru nüfusun gücünün (artışının) getirdiği
taleplere teknolojinin gücü kullanılarak nasıl cevap verileceğidir.
Kitabın 1. bölümünün 1. kısmında global nüfus patlaması ve yarattığı etkiler, 2. ve 3.
kısımda yeni teknolojiler, (Kompüterler, telekomünikasyon, uydular gibi) iş dünyasına
etkileri, 4. kısımda biyoloji ve tarımsal teknolojilerin gelişimi ve etkileri, 5. kısımda
robot endüstrisinin Çağdaş vurgusu, 6. kısımda Çevreye verilen zararların sonuÇları ve
7. kısımda da tüm bu değişim ve gelişimlerin Çağdaş ulus devletine olan etkileri
anlatılmaktadır.
2. bölümde; ortaya Çıkacak yeni ihtiyaÇ ve taleplerin Dünyanın değişik coğrafi
bölgelerince nasıl karşılanabileceği anlatılmakta,
3.bölümde ise değişiklik gereksinmesi karşısında insanlığın 21. yüzyıla nasıl
hazırlanabileceği ve bu yüzyıla doğru toplumların kendilerini değişikliğe nasıl adapte
edebilecekleri tartışılmaktadır.
2. NüFUS PATLAMASI
BM’ye göre doğumun ölümü ikamesii düzeyine 2045
yılı civarında ulaşılacaktır. 2025’te 8.5 milyar insan dünyada yaşayacak, belki de 9.4
milyara ulaşacaktır. Dünya Bankasına göre 21. yüzyılın ikinci yarısında dünya nüfusu
11 milyar düzeyinde sabit kalarak yukarıdaki düzeye erişecektir. Gelişmiş ülkelerde
nüfus sabit (hatta bir miktar azalacak) kalmasına rağmen gelişmekte olan bölgelerde
hızlı bir yükseliş olacaktır.çin bugünkü 1.3 milyardan 2025’te 1.5 milyara ulaşacak
bugünkü 853 milyonluk Hindistan ise 2025’te 2 milyara ulaşarak en kalabalık ülke
olacaktır. Pakistan, Endonezya, Brezilya, Meksika, İran bu ülkeleri takip edecektir.
Gelişmekte olan ülkelerde kentli nüfusu bugünkü %32’den 2025’te % 57’ye ve 1.4
milyardan 4.1 milyara ulaşacaktır.
Endüstrileşme ve tıptaki gelişmeler bu durumu ortaya Çıkarırken, bir önemli faktör
olarak, bu durumu ve tahminleri geriye doğru etkileyecek olan AIDS olayı karşımıza
Çıkabilir. Nitekim 1988’de 100.000 olan Afrikalı AIDS’li sayısı 1990’larda yıllık 2 milyon
ölüm düzeyine erişmektedir. 2010 civarında Afrika iÇin söylenen söz ölen insan
sayısının doğan’dan fazla olacağıdır.
Ancak bu durum gelişmekte olan ülkelerin artan nüfusunun nasıl kalite yükselmesine
uğrayacağının cevabı değildir. Nitekim yeni gelişen pasifik havzası gibi, ülkeler örnek
gösterilse de bu ülkelerdeki kalifiye işgücü, uygun coğrafi konum, dış dünyayı kolay
algılayabilme ve dış dünyaya aÇıklık mesela Zaire, İran, Mali, Afganistan, Etyopya vb.
ülkelerde yoktur.
3 1960’larda nüfus artışı ile ekonomik gelişme arasında negatif bir bağ kurmak oldukÇa
yaygındı. Ancak, 1980’lerin revizyonist yaklaşımcısı Julian Simmon’un Ultimate
Resource tabında da ifade ettiği gibi kişi başına gelir, gelişerek büyüyen bir
nüfusta, her şeyiyle sabit kalmış bir nüfusa göre daha yüksek olacaktır.
Ancak nüfus artışının, statik kalışının etkileri vardır. örneğin, artan nüfus (eğer üretici
düzeyde kalifiye değilse) yeni ulaşım, barınma, sağlık ve eğitim gibi ihtiyaÇları getirir.
Bu da az gelişmiş ülkelerde yerine getirilemeyecek taleplerdir. Azalan nüfus ise ulusal
savunma sistemini, sosyal güvenlik sistemini ve genÇ nüfus eksikliği dolayısıyla
ekonomik rekabet gücünü zayıflatır ve azaltır.
3. iLETİŞİM VE FİNANS DüNYASININ GELİŞİMİYLEçOK ULUSLU
ŞİRKETLERİN YüKSELİŞİ
Bu bölümün temel konusu üretimi ve dağıtımı eşit olmayan şekillerde olsa bile,
Dünya ekonomisinin her geÇen gün tüm dünyada daha büyük zenginlik yaratıcı
şekilde geliştiği ve entegre olduğu gerÇeğidir.
Dünya ekonomisi 1945’ten bu yana, hiÇbir dönemde olmadığı kadar büyümüştür.
GSMH dünya genelinde 1950 – 80 arası 2 trilyon $’dan 8 trilyon $’a Çıkmıştır. Ancak
bunun gelişmiş ülke insanına yansıması gelişmekte olan ülke insanınkinden Çok daha
fazla olmuştur. 91’de kişi başı gelir İsviÇre’de 36.300, Japonya’da 32.600, Almanya’
(Batı)’da 27.900 Dolar, Hindistan’da 360, Nijerya’da 278 Dolardır.
ÇUŞ (Çok uluslu şirketler), 2 savaş sonrası dönemde,
I) korumacılığın azalması,
II)ABD’nin altın standardı esaslı ticaretten vazgeÇmesi,
III) para akışının ülkeler arası kontrolünün azalması sonucu ortaya Çıkmış; bu da dünya ticaretinin akışkan hale
gelmesine ve ülkelerarası sermaye hareketlerinin yoğunlaşmasına neden olmuştur.
Bu finansal gelişme, finansal araÇların kendi aralarında ticaretini de ortaya Çıkarmıştır.
1980’lerde dünya toplam ticaretinin %90’ının, mal ticareti veya üretim yatırımıyla
ilgisi olmayan finansal yatırımlar olduğunu müşahede ediyoruz. Bunun sonucu olarak
bir sürü şirketin ulusal olmaktan Çıkıp uluslararasılaştığını görüyoruz.
İletişimin gelişmesi ve sınırları aşmasıyla, bilgi ve aÇıklık sağlanmış, bu da gerÇek,
dürüstlük ve demokrasi ilkelerinin yerleşmesine neden olmuştur.
4. DüNYA TARIM VE BİYOTEKNOLOJİ DEVRİMİ
Globalleşmenin zengin ülkelerde bir amaÇ olarak ortaya Çıkması, fakirlerdeki nüfus
patlamasının önüne geÇmemiştir. Ancak daha önceki yılların tam tersine 1950’den
beri dünya gıda üretimi nüfus artışının önünde artış göstermiştir.
Bunun da nedeni, gelişmiş mekanizasyon teknikleri, gübreleme yöntemleri, yeni tür
ürünler, geleneksel ürünlerin yeni tohumlama yöntemleri vb. gibi gelişmeler sonucu
ortaya Çıkan üretim artışlarıdır. Bu durum tüm nüfus arzının gıda ihtiyaÇlarını
Çözmemiş, ancak yeni alanların tarım üretimine aÇılması Orta Batı Amerika Platoları
gibî, ÇiftÇi ve üretim verimliliğinin artırılması (Doğu Asya’da pirinÇ üretimi için
4kullanılan gübrenin % 40’ı bilinÇsiz uygulamadan dolayı heba olmakta, üretilen
pirincin % 20’si toplamadaki beceriksizlik veya yetersizlik nedeniyle israf
edilmektedir.) pazarlara kolay giriş gibi yöntemlerle fakir dünyanın üretimi Çok
artacaktır. Ancak geleneksel yöntemlerin yetersiz kalacağı aÇıktır. Bu durumda üretimi
artıracak tek Çözüm Biyoteknolojii olarak ortaya Çıkmaktadır. Biyoteknoloji, yeni
ürünlerin ortaya Çıkışını ve mevcutların geliştirilmesini, yeni pazarların aÇılmasını,
üretim ve servis maliyetlerinin düşürülmesini ve uluslar arası ticaretin şeklinin
değişmesini sağlayacaktır. Böylece biyoteknoloji, buhar ve elektrik enerjisinin keşfi
gibi bir etki sağlayacaktır.
5. ROBOT END‹STRİSİ, OTOMASYON VE YENİ SANAYİ DEVRİMİ
Taylor ve Ford’un geliştirdiği just in time (zamanında) üretim modelinde ana faktör
insandır. Şimdilerde ise üretim yapan işÇilerin yerini verimliliği artırmak amacıyla
robotîların aldığını görüyoruz. Otomasyon, birkaÇ süpervizör mühendisin dışında,
fabrikalarda hiÇ işÇi kalmayacak şekilde ilerleyecek gibi görünüyor. Sanayi köleleri
işÇilerin yerini,çek dilinde köle anlamına gelen robot kelimesinden türemiş,
ancak tümüyle metal ve elektronik ürünü işÇilere yani robot’a bırakmıştır. 3 tür robot
gelişmiştir. I) Sanayi robotu (üretim iÇin kullanılır) II) Saha robotu (bir şeyi
gözlemlemek, insanın yapamadıklarını yapmak, örneğin itfaiye hizmeti, maden
diplerine girmek, denizdibi Çalışması, radyoaktif alan Çalışması amacıyla kullanılır.) III)
Suni-zeka (bilgi bazlı sistemler) robotları, (üÇüncü kuşak robotlardır.) Robot
endüstrisinin dolayısıyla otomasyonun hızla gelişmesinin nedeni, insan istihdam
etmenin getirdiği ilave maliyetler, robot kullanımında gerekmemektedir. örneğin,
ısıtma ve soğutmaya robotun ihtiyacı olmayışı, karanlık ortamda Çalışabilmesi,
yorulmaması, uyku ihtiyacı olmayışı, yeniden programlanabilmesi ve dolayısıyla başka
işlerde de kullanılması, malzemeyi istenilen ölÇüde tüketmesi, israf etmemesi gibi.
(otomotivde robot boya kullanıcı insandan % 30 daha az boya tüketiyor.)
Bütün bunlar üretim işleminin otomasyonu denen yeni bir sanayi devrimine doğru
gidişatı getiriyor.
Tarımsal ve sanayi devriminin getirdiği yeni teknolojilerin nüfus problemi üzerinde
olumlu/olumsuz etkileri olmakla birlikte, Kuzey ve Güney yarımküreleri arasındaki
gelişmişlik farkının yok edilmesine ve nüfus problemine kesin Çözümler getirmeye
uzak kaldığı da bir gerÇektir.
6. DOĞALÇEVRENİN İÇİNDE BULUNDUĞU TEHLİKE
Zengin toplumlar neden gelişmekte olanların fakirlik ve nüfus artışı gibi sorunları
konusunda endişe ediyorlar? Bunun nedeni Çevre sorunu olup Güney yarımkürede bu
konudaki olumsuzlukların Kuzey’i rahatsız etmesidir. Güneydeki nüfus artışının
getirdiği hızlı kalkınma isteği, Çevresel etkilerini düşünmeden ağır sanayi bazında
endüstriyel yatırımı teşvik etmiş, bu da Güneyde ormanların yok olmasına, hava
kirliliğine, su kirliliğine, asit yağmuru vb. problemlere yol aÇmıştır. Bunun neticesi tabii
ki bütün dünyayı etkileyen Çevre problemlerinin ortaya Çıkışıdır. Bunun önüne
geÇmenin yolu, gelişmekte olan ülkelerin gelişmişlerce modern teknolojilerin (Çevreye
uygun) transferi konusunda desteklenmeleridir. Bu da Kuzey’in Güney’e bu tür bir
5 sanayinin oluşturulması iÇin kaynak aktarımını gerektirmektedir. Son BM tahminlerine
göre, gelişmekte olan ülkelere her yıl 125 milyar $ yardımın, Çevreye uyumlu
teknolojilerin geliştirilmesi iÇin yapılması söz konusu olmalıdır. (Bu tutar, bu ülkelerin
bir yılda tüm dünyadan aldıkları her türlü yardımın yıllık tutarından 70 milyar $ daha
fazladır.) Bu sağlanmadığı takdirde dünyanın geleceği ile ilgili güzel tahminlerin
yapılabilmesi söz konusu olamayacaktır.
7. ULUS DEVLET’İN GELECEĞİ
17. ve 18. yüzyıllarda başlayıp 20. yüzyılda oluşumunu tamamlamış olan ulus-devletin
varlığı, 21. yüzyıla doğru Çeşitli gelişmelerle tehdit edilir duruma gelmiştir.
Bunlardan biri üretim ve işgücü üzerindeki uluslar arası bölüşümdür. Üretimin ve
işgücünün bulunduğu ülke artık önemli değildir. Nereden ucuz üretim ve işgücü
sağlanırsa oraya gidilmektedir. Finansal değişim bir diğer tehlikedir. Mali araÇların
global hareketi devletlerin kendi paraları üzerindeki kontrol mekanizmalarını giderek
etkisizleştirmektedir. SonuÇta, devletler ve uluslarüstü bir supra/transnationalî
ticaret sistemi ortaya Çıkmaktadır.
Burada ulusal güvenlik kavramı ortadan kalkmamaktadır. Ancak Çeşitli şekillerde
birleşmiş bir dünyada ulusal güvenlik , uluslararası düzen veya dünya güvenli
düzeninin ayrılmaz bir parÇası olmaktadır.
Bütün bu gelişmeler ulus-devletin gerekliliği konusunda sorular getirmektedir. Ulus-
devletin sahip olduğu otorite artık giderek uluslar arası kuruluşlara geÇmektedir.
Bunun nedeni de dünya düzenini tehdit eden her şeyin önüne, bütün dünyanın
işbirliği ile geÇilmek istenmesidir.
Ancak, ulus-devletin gücü ve fonksiyonları erozyona uğramış olsa bile, onun yerini
tutacak yeni bir kurumun oluşmadığını görüyoruz. Böylece ulus-devletin bireylerinin,
bu devletin kurumlarıyla birlikte, kendilerini 21. yüzyıla nasıl hazırladıkları ve 21.
yüzyıla doğru meydana gelen uluslar ve devletler üstü problemlere nasıl cevap
verecekleri önemli bir konu olarak ortaya Çıkmış ve halen de süregelmektedir.
BÖLÜM 2
BÖLGESELÇIKIŞLAR
2000’İN DÜNYASI İÇİN JAPON PLANI
Dünyada 3 tane ticaret bloku vardır, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya. Japonya,
birÇok düşünüre göre, kendis
birÇok düşünüre göre, kendisini 21. yüzyıla en iyi hazırlamış ve bu yüzyılın
oluşumlarına en kolay yanıt verebilecek ülkedir.
Japonya’nın 2 Dünya Savaşı’nı müteakip gösterdiği gelişmenin nedenlerinden biri,
eğitim sistemidir. Bu sistem, insanların birey olarak motive edilmesi yerine, bir grup,
bir ekip üyesi nosyonu ile yetiştirilmesi esasına dayanır. Standart zeka testi sonucu;
ortalama bir Japon öğrencinin skoru 117 iken Amerikalı ve Avrupalı eşdeğerininki
100’dür. Japonya’da 1 milyon kişiye 60.000 bilim adamı düşmekte olup toplam bilim
adamı sayısı 800.000’dir. Bu da Almanya, Fransa ve İngiltere’nin toplamından daha
fazladır. Endüstriyel alanda, Japon mentalitesi uzun yıllar sonra geri dönüşü olacak
yatırımlar yapmaktır. Bu konuda Devlet sonsuz kaynak sağlamıştır.1 Amerika’da bu
tam tersi olup en kısa zamanda geri dönüşlü yatırımlar tercih edilmektedir. Uzun
dönemin sonunda son derece rekabetÇi ürünler ortaya Çıkmış bu da dev şirketler
yaratmıştır. SonuÇ hızlı bir büyüme ve gelişmedir. Örneğin 1951’de Japon GSMH’sı
ABD’nin 1/20’si, İngiltere’nin 1/3’ü iken şimdi ABD’nin 2/3’ü ve İngiltere’nin 3 katıdır.
Bu gelişmeye katkıda bulunan bir diğer faktör de Japonya’nın ulusal savunmaya
harcadığı paradır. Bu miktarı GSMH’nin %1’İ DİR: BU ORAN ABD’de % 10’lar
civarındadır. Bu da ilave fonların endüstrinin desteklenmesi iÇin kullanılmasını
sağlamıştır.
Japonya’nın bu ticari başarısının en önemli kurbanı ABD olmuştur. Hatta ABD’nin
Japonya ile olan ticaret aÇığı son yıllarda yıllık ortalama olarak 40-50 milyar Dolar
düzeyine varmıştır.
Japonya’nın büyümesini yavaşlatacak faktörleri de göz ardı etmemek gerek.
Bunlardan biri nüfus yapısındaki değişimdir. Yani 21. yüzyılın başlarında Japon yaşlı
nüfusu Çok artacak, buna mukabil yüksek tasarruf oranlı üretici kimlik giderek
azalacaktır. Bu da devasa ülke iÇi yatırım yapan Japon şirketlerinin maliyetlerin düşük
olduğu ülkeler üretimlerini transfer etmeleri sonucunu doğuracak, neticede İngiliz ve
Amerikalıların 1900 ve 1950’lerde yaşadığı transformasyon sonucu Japonlar ìüretim
kültürünü giderek kaybedeceklerdir. Ancak ne olursa olsun, 2000’e 10 kala yüksek
sermaye birikimi ve bunun getirdiği büyük yatırımları, finansal sektördeki dünya
liderliği, dev üretken firmaları ve disiplinli Çalışkan nüfusu ile 21. yüzyılda en hazır
dünya ülkesi görünümünü bir tek Japonya vermektedir. Bazı düşünürlere göre,
a)yaşlı nüfusun giderek artması ve genÇ nüfusun arkadan azalan oranlarda gelmesi, sosyal güvenlik sisteminin finansmanını devletin üstüne yıkacak,
b) ekonomideki işgücü bu oransal kötüleşme nedeniyle azalacak, böylece Japonlar başka ülkelerden işgücü kabul edecekler veya başka ülkelere üretim birimleri kuracaklar,
c) Japon işgücünün maliyetinin yüksek olması ucuz üretim yerlerine kayışı hızlandıracak, gibi sebepler
Japon ekonomisini sonuÇta bir rantiye ekonomisi haline getirecek, ve ekonomik
gücü azalan bir Japonya ortaya Çıkacaktır. Bu da sanıyoruz ki Viktorya İngiltere’sinin
düşüşüne Çok benzeyecektir. Bu teoriye karşı Çıkanlara göre, Japon endüstrisinin
robot kullanımı, başka ülkelerde yatırım yapmayı ve işgücüne ihtiyacı ortadan
kaldıracaktır. Robot kullanımının giderek artması (halen dünyadaki robot nüfusunun
çoğu Japonya’dadır.) Japon endüstrisinin kendisini 21. yüzyıla hazırladığının en önemli
göstergesidir. Bir diğer karşı görüş ise; Japonya’nın sofistike robotlardan ziyade, ki bu
robotlar bir sürü problemin üstesinden gelebilir, vizyon ve politik liderliği olabilecek
insanlara ihtiyacı olduğudur. Bu da Japonya’nın dünyada bugün ve yarın Çok daha iyi
faaliyet gösterebilmesine yol aÇacaktır.
9. HİNDİSTAN VE ÇİN
Bu iki ülke iÇin en önemli konu, nüfus faktörüdür. Hindistan’ın nüfusu 853,çin’inki
1.135 milyon olarak bugünkü dünya nüfusunun % 37’sini teşkil ederler. Nüfus
tahminlerine göre 2025’te bu ülkelerden her biri 1.5 milyarın üzerinde bir nüfusu
barındıracaklardır. Bu da dünyanın yaklaşık %35’i düzeyinde olacaktır.
3 milyarı aşkın bu nüfusun üretim ve ihtiyaÇları, global enerji kullanımını, gıda
ihtiyacını ve Çevreyi Çok önemli boyutlarda etkileyecektir.
Her iki ülke de 80’li yıllarda %4 ile %10’lar arasında büyüme hızları yakalamışlardır,
Çin’inki daha istikrarlı olarak ortalama 8’lerde dolaşmıştır. Bunun nedeni olarak, daha
otoriter ve merkezi yapıdaki sosyalist rejim görülmektedir. Sosyalist rejim, kaynakların
merkezi dağıtımını sağlamakla sınırlı ölÇüyü herkese uygulamıştır. Böylece gelir
dağılımı istikrarlı olmuş, bu da, ekonomik büyümeye aynı biÇimde yansımıştır.
Tek Çocuğu teşvik gibi özetlenebilecek çin devlet politikasının hedefi 2000 yılında 0 sıfır nüfus artış hızıdır. Ancak bu da bu politikanın en hararetli savunucularını bile,
2035’lerde 60 yaş nüfusunun 20 yaş nüfusunun iki katı olacağı tahminini gördükÇe,
oldukÇa korkutmaktadır.
Hindistan iÇin de sorun aşağı yukarı aynıdır. 1950’lerde kadın ve erkek iÇin ortalama
ömür 31-33 yıl ise de 1980’lerin sonunda bu oran 58’lere gelmiştir.
Her iki ülke de tarım ekonomisine dayalıdır. Hindistanda GSMH’nin %30’uçin’de ise
toplam işgücünün %80’i tarımsal kaynaklıdır ve tarımda Çalışmaktadır.
Çin’deki endüstriyel gelişme Deng’in ekonomik liberalizasyonu ile başlamış, 1980’de 9 milyar $ olan yıllık ihracatı 1989’da 37 milyar $’a Çıkmıştır. Bu da Hindistan’ın ihracat rakamının neredeyse 2 mislinden fazladır ve 2000’in başlarında bu tutarın da 4’e katlanması beklenmektedir.
Bu büyümenin %90 nedeni, kıyı bölgelerindeki serbest bölgelerden kaynaklanmaktadır.çin’in iÇ bölgelerinde durum hemen hemen Hindistan’ın aynısıdır.
Çin ekonomisinin bir yüzü Bulgaristan’a benzerken öteki yüzü Taiwan’a eşdeğer
görünümünde olmuştur.
Çin ve Hindistan kişi başı gelir, okur yazar oranı ve kamu sağlığı aÇısından az gelişmiş
olmakla birlikte askeri aÇıdan büyükler arasına girerler. Kara kuvvetlerinin büyüklüğü
yanında her ikisi de nükleer silah kapasitesine sahiptirler. Dolayısıyla kaynaklarının önemli bir kısmı nonproductive yatırımlara gitmektedir.
Bütün bunlara rağmen her iki ülkede de Çok zengin bir insan sermayesi mevcuttur.
Ancak bu sermayenin üretken olabilmesinin yolu kaliteli eğitim, kalifiye, yetişmiş
mühendisler ve bilim adamlarının varlığından geÇer. Oysa her ikisinde de insan varlığı
ülkelerin gelişmekte zorlanmalarına neden olmaktadır. ABD ve Japonya’da GSMH’nın
%6’sı eğitime ayrılırken bu oran Hindistan ve çin’de % 3-4 civarındadır. Her ikisinde
de kaynakların önemli kısmının silahlanmaya ayrılması Çok önemli ve büyük üretime
yönelinmesini engellemekte, bu da önemli orandaki kitlenin işsiz kalmasına yol aÇmaktadır.
Çin ve Hindistan’ın iÇinde bulundukları bu durum ulusal birliğini sürdürülüp
sürdürülemeyeceği problemini de ortaya Çıkarmıştır. İyi yetişmemiş, nispeten aÇ olan
büyük kitlelerin bir süre sonra sorunlar Çıkarabileceği aÇıktır. Komünist çin’de bu tür
yaklaşımları otoriter rejim sayesinde geciktirmek mümkündür. Ancak 25 değişik
kültürün yaşadığı demokratik Hindistan’da durum daha zordur.
21. yüzyıla nasıl hazırlandıklarına gelince, her iki ülke de askeri aÇıdan bölgesel güÇ
olarak yükselmektedir, ancak ekonomik, politik ve sosyal aÇıdan durum oldukÇa
belirsiz ve karışıktır. Durum aÇık olsa bile gelişmiş dünya iÇin tek Çözüm yolu,
sermaye, teknoloji, beyin gücü gibi sahip olunan değerler kullanılarak bu iki ülkenin
fakirlikten kurtulması konusunda yardımcı olmaktır. Bunun neticesi, hemçin, hem de
Hindistan, ne askeri, ne politik, ne Çevresel etkiler aÇısından dünya iÇin tehlike
olmaktan Çıkacaklardır.
Aksi takdirde bu iki ülkede kaynaklanan sorunlar lokal olmaktan Çıkıp genel olacaktır.
10. GELİŞMEKTE OLAN D‹NYANIN KAZANANLARI VE KAYBEDENLERİ
Daha önceki zengin ve fakir dünya ayrımı kavramı geÇerliliğini yitirmekte ve farklı
bölgelerdeki farklı gelişme biÇimleri ortaya Çıkmaktadır. Buna en Çarpıcı örnek Pasifik
Havzası’dır.
1962’de Dünya GSMH’nın %9’u bu bölgede üretilmekteyken bu oran 1982’de %15’e
yükselmiş olup 2000 yılında ise bunun %43’e yükseleceği tahmin edilmektedir.
Bu bölge I) Japonya, II) ìAsya kaplanlarıidenen ve Singapur, Tayvan, Hong Kong ve
Güney Kore oluşan, III) Yeni Sanayileşmiş Ekonomileri
ülkeler, Tayland, Endonezya, Malezya ile IV) Vietnam, KamboÇya ve Kuzey Kore’den
oluşan komünist ülkelerden oluşmaktadır.
Bu ülkeler aynı gelişme biÇimini takip etmişler, vaktiyle Japonya’nın taklide dayanan
ucuz üretim biÇimlerini uygulamışlar, sermaye birikimi sağladıkÇa da teknoloji yoğun
endüstrilere yatırım yapmışlardır. Bu ülkelerin nüfus, yönetim biÇimi ve tarihsel
konularda farklılıkları olsa bile bu gelişmeyi aÇıklayacak bazı temel ortak özellikleri
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, eğitim sistemleri üzerindeki KonfüÇyüs
geleneklerinin etkisidir.
Bu geleneklere göre azami sayıdaki insanın eğitim görmesi sağlanmıştır. Örneğin
yüksek öğretim düzeyinde Güney Kore’de 1.4 milyon öğrenci varken bu rakam
İran’da 145.000’dir. (Türkiye’de AÇık öğretimde 289.745, meslek yüksek okullarında
147.960, 4 yıllık fakültelerde 311.145 toplam 748.850’dir.)
İkinci faktör ise bu ulusların tasarrufa Çok düşkün olmalarıdır. Bu devletler gelişme
aşamasında, halk tüketimini ithalat üzerine ağır vergiler koyarak ve iÇerde lüks
üretimi engelleyerek sınırlı tutmaya Çalışmışlar, bu da kişisel tasarrufları artırmıştır.
üÇüncü faktör, gelişmenin ardındaki siyasi ÇerÇevedir. Hükümetler gelişme esnasında
büyük oranlarda sübvansiyon, Çeşitli şekillerde teşvikler, korumacılık gibi yöntemleri tercih ettiler .
Sendikalar sınırlı kurallarla hareket edebildiler, Demokrasi tam anlamıyla
uygulanmadı, hatta hepsinde tam demokratik seÇimler 5-7 yıllık geÇmişe sahiptir.
Dördüncüsü ise, ihracata dayalı büyüme öngörülerek her türlü araÇla
desteklenmesidir. Bütün üretim yöntemleri yabancı tüketicilerin ne isteyebileceği
ilkesinden hareketle belirlenmiş ve tümüyle döviz kazanmaya yönelik üretim yapılmıştır.
Son olarak ta, bu ülkelerin önünde Japonya gibi bir modelin oluşu taklit etmeyi
gündeme getirdi ve iş daha da kolaylaştı. SonuÇta bu ülkeler dünyanın başka
bölgelerindeki gelişmekte olanlardan, bugün, hem zenginlik hem de sağlıklılık
aÇısından Çok ileri durumdadır.
Latin Amerika ise, 1970 ve 80’lerin ilk yarısında sürdürdüğü gelişmeyi devam
ettirememiş hatta bazı ülkeler 10 yıl önceki hallerinden daha da geriye gitmişlerdir.
Bunun nedenleri yukarıdaki örneğin tersidir. I) İhracata dayalı gelişme yerine iÇ
piyasaya dayalı ithal ikameci sanayileşmenin teşviki, II) Ekonomik gelişme iÇ tasarruf
yerine büyük oranda dış borca dayandırıldı. Hükümetler sadece altyapıyı değil devlet
eliyle büyümeyi de teşvik etti. Bürokrasi ve orduya paralar büyük oranlarda aktarıldı.
Dış borÇların ödenme dönemi ile birlikte durum kendini enflasyon olarak gösterdi ve
bu giderek kronikleşti. Bu gelişmeler neticesinde, dış borÇ bağımlılığının da etkisiyle,
IMF, Dünya Bankası, Washington ve diğer bankaların baskısı sonucu askeri diktatörler
işbaşına getirildi.
SonuÇta 1980’ler kayıp yıllar olarak adlandırıldı. Ancak 1990’larla birlikte,
demokrasilerin yönetim biÇimi olarak uygulanması, ihracata dayalı büyüme, iÇ
tasarrufun artırılmaya Çalışılması gibi yollarla ekonomik ve siyasal yapı olumlu veriler
yansıtmaktadır. Ancak ne olursa olsun bu bölge Pasifik Havza’sındaki gelişmeden 10 ñ
15 yıl geride kalmıştır. Nasıl ki Pasifik’te ki gelişme Japonya’nın etkisi altında kalmıştır,
bu bölgede ABD etkisinde denebilir. Dolayısıyla bu ülkelere yardım eli uzatmak ABD yararına olacaktır.
Diğer bölgelerin tam tersine Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ülkelerin geleceği tümüyle
bölgesel problemler ve savaş eğilimleri tarafından belirlenmektedir.
Bu durumun önüne geÇmenin yolu, bazı düşünürlere göre, İslam toplumlarına,
teknoloji, kişisel yetenek, laiklik, Çoğulcu parlamenter demokrasi ve medeni hakların
verileceği yoğun eğitim sistemlerinin öğretilmesi hatta zorla uygulatılmasıdır.
Ancak İslam dünyasının sorununun köklerinin tarihsel mi, kültürel mi olduğu Çok aÇık
değildir. Dinin teknolojiyi geri bıraktırması ve dinin hoşgörüye tahammülsüzlüğü gibi
yaklaşımlar, İslam’ın matematik, tıp ve bilimin diğer alanlarındaki önderliği
düşünüldüğünde geÇerliliğini yitirmektedir.
Burada şu ortaya konulabilir. Dünyada önemli ölÇüde ağırlığa sahip olmuş olan İslam,
batı Çin önemli bir hedef idi ve bu da 1. Dünya Savaşı ile İslam’ın Çöküşü biÇiminde
sonuÇlandı. Böylece her bölgede kendini gösteren kalkınmaya gelişmiş ülke desteği,
söz konusu Ortadoğu olunca, silah ve politik destek şekline dönüşmüş, bu da
ülkelerin silaha ve askere para harcamasını, birbirlerini tehdit olarak görmesini ve
ekonomik geri kalmışlığı getirmiştir. 21. yüzyıla doğru Ortadoğu ve Kuzey Afrika
ülkelerinin iÇinde bulundukları demokrasisizlik, otoriter devlet bürokrasisi, üretimin
endüstriye yönlendirilmeyişi (daha Çok geleneksel üretimleri sürdürme eğilimi, petrol,
halı vb. gibi), dinin batı tipi oryantasyona engel teşkil edişi ve ülkeler, hatta kabileler
arası Çatışma ortamı, silaha harcanan ulusal kaynaklar, gibi nedenlerin yarattığı
durum, Çok parlak görünmemektedir.
11.SOVYETLER BİRLİĞİ VE DAĞITILMIŞ İMPARATORLUK
Sovyetler Birliği yapısının temelindeki problem 3 boyutlu olup, her biri bir diğerine
neden olmakta idi.
Sovyet sisteminin politik meşruluğu (beceriksizliği) ekonomik ve sosyal krizlere
neden olmuş, bu da ìetnik ve kültürel ilişkileri bozmuştur. SonuÇ tam anlamıyla
kaostur. 20. yüzyılın ikinci ve üÇüncü Çeyreğinde büyüyen Sovyet ekonomisi son
Çeyrekte gerilemiştir. İlk yarıdaki büyümenin nedeni ise ucuz işgücü, ucuz enerji ve
hammadde bolluğudur. Rus kültürü her zaman kalite değil miktar eğilimli olmuştur.
Bu Deli Petro’dan beri böyle ola gelmiştir. Ancak Çin kaynaklar
azalınca veya maliyetler artınca veya verimsizlik alabildiğince ortaya Çıkınca, bu
toplumu kaliteye doğru Çevirmek mümkün olmamıştır. Bu da Çok övündükleri 70 yıllık
bilimsel sosyalizmiin iflası ile kendini göstermiştir.
Perestroikaibu durumun tersine Çevrilebileceği ve gelişmenin tekrar sağlanabileceği
amacının bir ifadesi olarak ortaya Çıkmıştır. Ekonomik gelişmenin siyasi değişimle
birlikte gitmesi gerekiyordu ve kapitalist bir yapıdan sosyalist bir rejime geÇiş
konusunda dünyada örnekler varken, bunun tersinin nasıl olacağı gayet belirsizdi.
Sovyet deneyindeki başarısızlığın en önemli sonuÇlarından biri de etnik ve kültürel
farklılıklar ile milliyetÇiliğîin yeniden ortaya Çıkışıdır. 15 bağımsız federal devlet ve
Çeşitli düzeylerde otonom olan 53 etnik gruptan oluşan imparatorluğun dağılması iÇin
bu yapının da Çözülmesi gerekiyordu. Şu andaki krizin sonsuza dek sürmeyeceğini
kabul etmekle birlikte, derin yapısal ve köklü problemlere kimsenin Çözüm önermediği
veya önerilen Çözümlerin de problemleri Çözemeyeceği aÇıktır. Bu belirsizliklerden
dolayı Batılı düşünürler eski Sovyetlerin iÇinde bulunduğu durumun muhtemel
sonuÇlarını tahmin etmeye Çalışmaktadırlar.
Bunlardan Çok azı, politik liderliğin ülkeyi doğru yönetebileceği, ekonominin kendine
geleceği eski Cumhuriyetlerle ilişkilerin liberal bazda gelişeceğini ummaktalar.
Orta düzeyde iyimser bir yaklaşım da, Moskova’nın Cumhuriyetler üzerindeki etkisinin
nispeten azalacağını, Commonwealth topluluğunun devam edeceğini ve liberal
ekonomik uygulamaların giderek daha iyi neticeler vereceğini, ifade etmektedir.
Daha kötümser bir yaklaşım ise, problemlerin bir iÇ savaşa yol aÇacağı ve bunu da bir
tutucu darbenin izleyeceğidir. Burada şunu söylemek mümkündür: HiÇbir yeni
cumhuriyet global değişim rüzgarlarına, diğer bölgelerdeki gibi, ayak uyduracak güce
ve yapıya sahip değildir.
çağdaş ülkelerdeki gelişmenin buralarda nasıl olacağı oldukÇa belirsizdir. Eski Sovyet
topluluklarının birer enformasyon toplumuna dönüşerek 21. yüzyılı karşılaması
şimdilik mümkün görünmemektedir. (Örneğin 1987’de tüm SSCB’de 100.000
bilgisayar varken ABD’nin yıllık üretimi 5 milyon civarında idi.
ORTA VE DOĞU AVRUPA
Sovyetlerde olan tüm gelişmeler Perestroikaive Glasnost dahil Orta ve Doğu
Avrupa’da önemli sonuÇlara neden olmuştur. Serbest seÇimler, serbest piyasa
ekonomisi politikaları, Varşova Paktı’nın Çöküşü ve bazı bölge ülkelerinin AT’na üyelik
başvuruları bu gelişmenin en önemli sonuÇlarıdır. Yeni dünya düzenine kolay adapte
olabilecek Macaristan,çek ve Slovak Cumhuriyetleri, Doğu Almanya ve Polonya ise,
daha zor ve yavaş adapte olacaklar olarak ta, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk
görülmektedir. Bunun nedeni de birinci gruptaki ülkelerin, yetenekli, ihtiraslı ve
eğitimli insan kaynağı, uzun yıllara dayalı endüstriyel üretim geleneği ve bilim
alanındaki alt yapılarının Çok önemli kaynaklar olarak ortaya Çıkmasıdır. Bu tabii ki 21.
yüzyıla hazır olmak iÇin yeterli değildir, ancak 21. yüzyıla hazır olabilmeye aday olmak
iÇin yeterlidir.
12. AVRUPA VE GELECEĞİ
Politik olarak sorunlarını aşmış, büyük ve nitelikli insan gücüne sahip, ekonomik
olarak zengin, teknolojisi üst düzeyde olan ve askeri aÇıdan ihmal edilemeyecek
seviyedeki bir Avrupa topluluğu 21. yüzyılın belki de birinci gücü olmaya adaydır.
Japonya’nın uluslararası yatırımlarda, ABD’nin tüketiciye dayalı ekonomik üretimde,
Rusya’nın ise silahlanmada uzmanlaştığı göz önüne alınırsa, bu üÇ özelliği de iÇinde
barındıran AT’nun demokratik zengin ve sosyal anlamda gelişmiş yapısının dünyada
bir kez daha bir numara olarak belireceği ifade edilebilir. Gelecek yüzyıl bir Amerikan
yüzyılı olmaz ise muhtemelen bir Avrupa yüzyılı olacaktır.
Hangi aÇıdan bakılırsa bakılsın, ìbu finansal piyasalar, ekonomilerin büyüklüğü,
tarımsal üretim, endüstriyel dev şirketler, Çevreye duyarlılık, eğitim ve kültür gibi
toplumsal altyapı vb. olabilir.Avrupa’nın mevcut durumu hem dünyaya örnektir, hem
de 21. yüzyılda, AT’un geleceği nokta bugünkünden Çok daha iyi olacağından, AT bir
dünya örneği ve ideali olmaya adaydır.çünkü gerek ekonomik , gerek kültürel ve
gerekse sosyal ve siyasal olarak karşımıza Çıkan ülkelerarası, topluluklar arası veya
cemaatler arası Çatışma ve Çelişkilerin en iyi ve gelişmiş biÇimde Çözümlenmiş olduğu
sınırlar AT’nun iÇinde bulunduğu ortamdır. SonuÇ olarak bugün olduğu gibi 21.
yüzyılda da tüm dünya AT’nun gösterdiği gelişmeyi örnek alacak ve bundan
faydalanacaktır.
13. AMERİKAN ÇELİŞKİSİ
ABD’ nin inişi de, yükselişi gibi düşünürlerin bir Çok eser üretmesine sebep olmuştur.
Bu durumda ABD’nin güÇlü ve zayıf noktalarını incelemek gerekecektir.
GüÇlü olduğu noktalardan birisi, askeri güÇ aÇısından ABD her ülkeden daha ileri
kullanabilme anlamında önünde hiÇbir kuvvet bulunmamaktadır. Askeri harcamaların
bu derece büyük oluşu ekonomik aÇıdan gelecek tehditleri karşılama yeteneğini
azaltmıştır. Yeni askeri harcamalar ekonomiyi önemli zaaflara uğratmıştır. 19.
yüzyıldan beri Amerikan ekonomisi dünyada en verimli işgücünü barındırmakta idi.
Ancak şimdi Japonya ve Almanya bireysel verim aÇısından ABD’den öndedir.
1971’de ilk defa (20. yüzyılda) ticaret dengesi aÇık veren ülkenin bu aÇığı 1987’de
171 milyar $’a ulaşmış ve 1990’lardan bu aÇığın kapatılması iÇin her yıl 100 milyar
$’dan fazla nakit borÇlanması öngörülmüş ve böylece vaktiyle dünyanın yardım
dağıtan ülkesi bugün dünyanın en büyük borÇlusu haline gelmiştir.
Bu durumun temel nedeni, doğrudan doğruya ABD’nin sanayi üretim gücünün
düşüşüyle ilgilidir. 1990’larda 8 ana üretim biÇiminin iÇinde sadece ticari uÇak üretimi
ve kimyasal madde üretimi endüstrileri ABD ekonomisine ticaret fazlası getirmektedir.
1960 ve 1970’lerde ise bu 8’de 8 idi. Eğitim kalitesinin giderek düşmesi, uyuşturucu
yaygınlığı , eğlenceye düşkünlük, ve kültürel bilinÇsizlik ABD’nin inişinin hem nedenleri
hem de sonuÇları arasındadır. Ancak tüm problemlerin neden ortaya Çıktığı Çok aÇık
değildir. ABD’nin giderek etniklere dayanan nüfus yapısı, Çevre problemleri, eğitim
kalitesinin düşüşü, mali piyasa problemleri ve siyasi yapıdaki zayıflıkları (Başkan’ın
Kongre karşısında zayıf oluşu, dolayısıyla karar verme mekanizmasının ağır işlemesi)
nedeniyle ABD’nin 21. yüzyılda kazananlardan biri olması ihtimali oldukÇa zayıf
görünmektedir. Dolayısıyla ABD’de 21. yüzyıla hazırlanma, Washington’un planladığı
bir amaÇ olarak değil, kişisel veya küÇük birimler düzeyinde bir ideal olarak kalacaktır.
14. 21. YüZYILA HAZIRLIK
Economist dergisi Ekim 1930 sayısında ekonomideki gelişmenin politik gelişmeyle
paralel yürümediğini, dünya ekonomik aÇıdan tek bir faaliyet alanı haline gelirken
ülkelerin gitgide küÇülüp sayısının arttığını, milliyetÇi düşüncenin egemen hale
geldiğini belirtiyor ve bu iki zıt eğilim arasındaki gerilimin insanın toplumsal
yaşantısında Çatışma, sürtüşme ve kargaşa yarattığını söylüyordu.
GerÇekten de bağımsız ülke sayısı izleyen 60 yılda üÇ katına Çıkarken ekonomik
entegrasyon yıldan yıla artarak ticaret, maliye ve teknoloji ìtek bir faaliyet alanınaî
doğru yönelmiştir. SonuÇ olarak bugünün global toplumu 60 yıl öncesinden daha
yoğun bir biÇimde teknolojik değişim ve ekonomik entegrasyonu geleneksel politik
yapılarla, milliyetÇi bilinÇle, toplumsal gereksinimlerle ve alışkanlıklarla bağdaştırmak
zorundadır.
Dahası, ekonomik ve politik yapıları birbiriyle uyumlu hale getirme Çabaları üÇ kuşak
öncesinden pek belirgin olmayan ancak şimdi toplumsal ilişkileri, hatta uzun dönemde
inanlığın varoluşunu tehdit eden trendlerle daha da güÇleşecektir.
Bu trendlerden birincisi ve en önemlisi hızla artan dünya nüfusu ve zengin ülkelerle
yoksul ülkeler arasındaki demografik dengesizliktir. 1930 dan 1990’a dünya nüfusu 2
milyardan 5 milyara Çıkarken, nüfus yoğunluğu da zengin ülkelerden yoksul ülkelere
kaymıştır. Dünyanın bir tarafında teknoloji patlaması, öte tarafında ise nüfus
patlaması olması uluslar arası düzen ve istikrar iÇin iyi bir reÇete değildir.
Nüfustaki bu trend, Çevre sorunlarını da beraberinde getirmektedir.çevre bilinci
gelişmiş ülkeler ne kadar sorumlu davranırsa davransın, hızla kalkınmak isteyen az
gelişmiş ülkelerin su kaynaklarını, ormanları, otlakları kurutması, dolayısıyla hayvan
ve bitki türlerinin yok olması etkilerinin tüm dünyada hissedilmesi kaÇınılmazdır.
Bir başka trend de geleneksel işlerin yerini tümüyle yeni üretim sistemlerinin
almasıdır. Bu her ne kadar şimdiye değin ekonomik ve toplumsal kalkınmanın temel
etkeni olduysa da, önümüzdeki onyıllarda biyoteknolojik devrimin geleneksel tarımı,
robotik devrimin de sınai istihdamı atıl duruma getirmesi söz konusu olabilir.
Tarım ve imalattaki bu transformasyon nüfus patlamasıyla birleşince işsiz kalan
milyonlarca insanın şehirlere göÇmesi, orda da iş bulamayınca toplumsal huzursuzluk
hatta şiddet yaratması olasıdır.
Finansal devrim Çoğu ülkenin GSMH’sını aşan meblağların elektronik araÇlarla anında
el değiştirmesini sağlarken, başta televizyon olmak üzere iletişim araÇlarının böylesine
gelişmesi bilgiyi devlet tekelinden Çıkarmış, ulusal sınırları delik deşik etmiş, insanların
zengin uluslarla yoksul uluslar arasındaki uÇurumu fark etmelerine yol aÇarak göÇleri
hızlandırmıştır.
Bu değişimler sonucunda ülkeler kendi kaderleri üzerindeki kontrolü gittikÇe yitiriyor
görünmektedir. Geleneksel güÇ odakları azalan nüfus, izinsiz göÇ, devasa para akışı,
tarım ve imalatta yüksek işsizlik oranı, bilgi gibi sorunlar karşısında şaşırmış
durumdadır.
Bu değişimlerin hızı ve karmaşıklığı göz önüne alınırsa, acaba herhangi bir sosyal
grup 21. yüzyıla gerÇekten ìhazırimıdır? Elbette ki bazı firmalar ve kişiler bu
sosyoekonomik gelişmelerden yararlanmakta, daha da kazanÇlı Çıkacak şekilde
kendilerini ayarlamaktadır. Öte yandan milyonlarca yoksul, eğitimsiz, vasıfsız insanın
durumu gittikÇe kötüleşmektedir.
21. yüzyıla en hazır görünen ülkeler Japonya, Kore, bazı Doğu Asya ülkeleri,
Almanya, İsviÇre,İskandinav ülkeleri ve muhtemelen bütünüyle AT’dir. Bu ülkelerin
ortak yönleri yüksek tasarruf oranları, yeni fabrika ve makinalara yoğunlaşmış
yatırım, kusursuz eğitim sistemleri (özellikle yüksek öğrenim yapmayanlar iÇin), vasıflı
işgücü ve hizmet iÇi eğitim, mühendis sayısının avukat sayısından fazla olduğu bir
imalat kültürü, global piyasa iÇin tasarımı iyi katma değeri yüksek üretim ve
ìgörünürimallarda sürekli ticaret fazlasıdır. AÇıktır ki teknik, eğitsel, mali kaynaklara
ve kültürel dayanışmaya sahip ülkeler gelecek yüzyıla daha hazır durumdadırlar.
REFORM YAPMANIN GÜÇLÜKLERİ
Sistematik reformun karşısında iki önemli engel vardır: Birincisi, sözü geÇen nüfus ve
Çevre trend’leri insanı umutsuzluğa sürükleyecek kadar olumsuzdur. İkincisi de,
alınacak önlemler en sıkı şekilde hemen şimdi uygulanmaya başlasa bile etkisini 25 –
40 yıl sonra gösterecektir. İnsanlar Çok uzun vadede ulaşacakları kesin olmayan genel
menfaatler iÇin kısa vadede kişisel fedakarlık yapmaya hevesli değildirler.
Yapılacak reformlarda en büyük görev devlete düşmektedir. ‹lke kaynaklarında
başlıca pay sahibi ve kullanıcı olan, politikalarda öncelikleri saptayan ve uygulayan,
uluslar arası anlaşmalara imza atan hep devlettir. Reformların maliyeti tabi ki
yüksektir, ancak Soğuk Savaş silahlanma yarışının maliyetine ulaşmaz.
Bu kitap, global değişimleri anlamak amacıyla yazılmış olup yapılması gereken
değişiklik programlarını anlatan sayısız teknik Çalışmaların ayrıntılarına girmemiştir.
Zaten bu Çalışmaların vardığı ortak sonuÇ şudur: milli tasarrufu arttırmak bütÇe
aÇıklarını kapatmak, Ar-Ge’ye ağırlık vermek, askeri harcamaları kısmak, kısa dönemli
kar peşinde koşmaktan vazgeÇmek, dünya piyasasına yönelik iyi tasarımlı ve güvenilir
mal üretmek, eğitimle işgücünün kalitesini yükseltmek gibi. Gelişmekte olan
ülkelerdeki nüfus patlamasını önlemek iÇin de tek ortak yol vardır: ucuz ve güvenilir
doğum kontrol araÇları sağlayarak doğurganlığı düşürmek. Kısacası, mesele sorunlara
Çözüm bulunmaması değil, uzun vadeli bu Çözümlerin uygulanabilmesi iÇin kısa
dönemde fedakarlık yapmaya bireylerin ve politikacıların aynı derecede isteksiz
olmasıdır. Ancak teknik Çözümle bir yana, global toplumu 21. yüzyıla hazırlayacak
genel Çabaların üÇ kilit elemanı vardır: eğitim, kadınların toplumdaki yeri ve politik
önderlik.
EĞİTİM’İN ROLÜ VE KADININ STATÜSÜ
Geri kalmışlığın pek Çok sebebi olabilir fakat en önemlilerinden biri eğitime yeterince
ağırlık verilmemesidir.
Eğitim yalnızca işgücünün teknik olarak yeniden yönlendirilmesi, profesyonel sınıfların
ortaya Çıkması, okullarda imalat kültürünün teşvik edilmesi demek değildir; aynı
zamanda dünyamızın neden değiştiğini, diğer ulusların ve kültürlerin bu değişiklikler
hakkında ne hissettiklerini, hepimizin ortak yönlerini olduğu kadar kültürleri, sınıfları
ve ulusları bölen şeylerin ne olduğunu derinlemesine anlamak demektir. Tek başına
anlamak ta yetmez; birer dünya vatandaşı olarak kendimizi ahlak, adalet ve orantılılık
–denge kavramlarıyla donatmak zorundayız. Köktenci güÇlerin aÇık sorgulama ve
tartışmayı engellediği, politikacıların özel Çıkar gruplarının desteğini sağlamak
amacıyla yabancılara ve etnik azınlıklara karşı Çıktığı, ticari medya ve popülist
kültürün ciddi konuları kenara ittiği toplumlarda eğitimin global trendlere
derinlemesine anlayış getirme olasılığı Çok sınırlıdır.
Eğitimin rolünün önem kazanması kadının toplumdaki yeri ile iÇ iÇedir. Az gelişmiş
ülkelerde kadının bastırılmış konumu ile nüfus patlaması , yoksulluk ve genel
ekonomik gerilik arasındaki yakın ilişki yadsınamaz. Kadının eğitimi arttıkÇa daha geÇ evlenmekte, daha geÇ doğurmakta ve daha az sayıda Çocuk sahibi olmaktadır.
Gelişmiş ülkelerdeki sorun ise doğurganlığın azalmasıdır. Bunlarda da anneye
sağlanan Çeşitli teşvikler yanında kadınların milletvekili ve bakan olması (İsveÇ gibi)
doğumları arttırmaktadır. SonuÇta demografik denge iÇin doğumları fakir toplumlarda
azaltıcı, gelişmiş toplumlarda arttırıcı önlemler almada en büyük rolü kadının
toplumdaki yeri oynamaktadır.
15 POLİTİK ÖNDERLİK
Değişimlere ayak uydurmak iÇin alınması gereken önlemlerde devletin, dolayısıyla
politikacıların rolünden söz edilmişti. Politikacılar ise yeniden seÇilmek iÇin
seÇmenlerine hoş görünmek zorundadırlar; Çıkar gruplarını incitmek istemezler. Ancak
gerÇeklere de gözlerini kapamamaları gerekir.
Dünyanın gidişatına ister iyimser ister karamsar gözle bakalım, 21. yüzyıla hazırlığı 3
sebepten dolayı ciddiye almalıyız.
Bunlardan birincisi göreceli üstünlüktür. Ekonomik kalkınma insanların yaşam
standardını yükselterek sağlık, eğitim, dinlenme olanaklarını geliştirir. Teknolojik
yeniliklerin ve ekonomik kalkınmanın sonucu olan bu olanaklar herkese eşit
dağıtılmaz; başarılı toplumların ödülleridir ancak. Yeni teknolojileri yaratamayan,
yavaş veya negatif büyüyen, nüfus arttıkÇa kişi başı geliri sabit kalan veya düşen
ekonomiye sahip toplumlar diğerlerine göre dezavantajlı konuma geÇerler, mutsuz
olurlar. Geleceğe yönelik yeni düşünce, yeni eğitim, yeni donanım üretememek,
tarihe kaybedeniolarak geÇmek demektir.
İkincisi nüfus ve Çevre sorunlarının kendi haline bırakılmakla halledilemeyeceği
gerÇeğidir. Bunun iÇin de sermaye, bilimsel yaklaşım, teknik uzmanlık ile kalifiye ve
yaratıcı işgücü gereklidir.
Reformlar iÇin üÇüncü ve sonuncu gerekÇe de politik istikrarsızlığı, savaş ve şiddet
tehditlerini ortadan kaldırmaktır. Sosyal patlamalar (Fransız, Rus İhtilalleri vs.)
genelde birdenbire ortaya Çıkmaz; depremden önce tektonik tabakaların sıkışması gibi
sürekli artan bir basınÇ söz konusudur. Toplumdaki baskılar ñ hızlı nüfus artışı, azalan
kaynaklar, işsizlik, gecekondulaşma, eğitim yoksunluğu ñ arttıkÇa, sosyal ve politik
patlamaların ortaya Çıkma olasılığı artar, hele bir de sınır, su, toprak gibi geleneksel
Çatışma nedenleriyle birleşince. ‹stelik iÇ ve dış savaşları artık yerel diye
önemsememek büyük hata olur. Kimyasal, biyolojik, hatta nükleer silahlar bütün
insanlığı tehdit etmektedir.
Bu sorunlar dizisi karşısında nihayet birer insanoğlu olan politikacılarımızdan bir şey
beklemek hayalci yaklaşım gibi görülebilir. Üstelik belirli olan tek şey sayısız
belirsizlikle karşı karşıya olduğumuzdur. Geleceği göremediğimiz iÇin global
trend’lerin felakete mi götüreceğini yoksa olağanüstü gelişmelerle yolundan mı
sapacağını söyleyemiyoruz. Aşikar olan, sorunların teşhisi ve Çözümü iÇin politikacı ve
bireylerin elbirliği yapma gereğidir. Bu gerek yerine getirilmediği takdirde
doğabilecek kargaşa ve felaketlerin tek sorumlusu yine insanlık olacaktır.